Top
Ragıp Karadayı

Ragıp Karadayı

ragip.karadayi.ihlas@gmail.com

18/08/2019

Tarif edilemez sisler içindeydi ortalık!..

Matlube Ana, Doğan Bey’in yedek atına binmiş, sancağın dalgalandığı tepeye kadar çıkmıştı. 
 
Hayalleri de idrakleri de buz tutmuştu. Çare üretemiyor, yorum yapamıyorlardı bir türlü. Yarın kocalarına ne cevap vereceklerdi? Herkes evlerine gidince Doğan Beyin hâli ne olacaktı? “Beraber kalıyordunuz, size bir şey olmadı, neden Gülşah?”, “Ona sahip olamadınız! Koruyamadınız!” ithamlarına ne diyeceklerdi ki? “Keşke bizler de kaçırılsaydık, kaybolsaydık, hatta öldürülseydik de bu acıyı yaşamasaydık…”
Meryem kalkıp Sarıkız’ın kolundan tuttu;
“Ben Matlube Anaya gideceğim!..”
“Onların derdi başlarından aşkın bir de biz...”
“Bir de biz sıkıntı olmayız. Bilakis acılarımızı paylaşırız!”
Sarıkız’ın aklına bir şey gelmiş gibi sendeledi;
“Sana bir şey söyleyeceğim kız!..”
“Ne söyleyeceksin?”
“Çakır Vezir son zamanlarda konağın etrafında fazla dolanır olmuştu…”
“O, gök gözlünün davranışlarından Gülşah da rahatsızdı…”
“Bize belli etmezdi hiç..”
“Ama ben sezmiştim... Hissiyatımda hiç yanılmadım şimdiye kadar…”
“!!!”
Bu konuda konuşulacak çok şey vardı lâkin emin değildiler. Laflarını tamamlayamadan sustular. İki kader arkadaşları canlarından çok sevdikleri, dünyalar iyisi ahretlikleri için bir şey yapamamanın korkunç ezikliği içindeydiler.
“Yarın gidelim!”
“Hayır, hemen, şimdi …”
“Bu hâlimiz, onları ve Devlet Hatun’u da yaralar iyice…”
“Olsun, zaten kim mutlu ki?”
“Şimdi gece! Herkes istirahate çekilmiştir! Sabah ola, hayır ola…”
“O zaman yarın erkenden..”
“Tamam sabah erkenden…”
“!!! “
Sabaha kadar yine gözlerini kapayamadılar. Hava henüz ağarırken derinden gelen sabah ezanları hüzünlü gönüllerini bir nebze ferahlatsa da yüreklerdeki yangının sönmesine yetmemişti. Büyük bir muharebeden yara almadan çıkmış neferler gibi bitkin vaziyette kalktılar. İçlerindeki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyorlardı. Fakat heyhat; güzeller güzeli Gülşah’ı hiçbir şey geri getiremiyordu.
              ***
Tarif edilemez sisler, puslar içindeydi ortalık. Bugün Matlube Ana, Doğan Bey’in yedek atına binmiş, Osmanlı sancağının dalgalandığı tepeye kadar çıkmıştı. Gözü alabildiğine dört bir yanı seyre daldı. Aa! Bir de ne görsün? Bulunduğu yer birdenbire kabarmaya, büyümeye başlamıyor mu? Bağırmak istedi. Maalesef sesi soluğu çıkmıyordu bir türlü. Yükselme, dur durak bilmeden devam etti. Erişilmesi imkânsız uçurumları, sarp karlı dağları geride bıraktı. Bulutları geçti. Pamuk tarlalarını andıran bu sisten yığınların üzerinde doludizgin at koşturuyordu. Dünya ayaklarının altında, bütün pislikler gizlenmiş, yok olmuştu. Ağrıyan başına gayet serin ve de ıslak bir şeyler değince uyanıverdi derin baygınlığından.
Gözlerini açtığında Hüsnâ Hanım’ın ağlayarak, soğuk suyla ıslattığı bir bez parçasını sıkıp sıkıp başına koyduğunu, alnını sildiğini gördü. Kımıldamak istedi. Ne çare her tarafı kırım kırım kırılmış gibiydi. Yavaş yavaş olup bitenleri hatırladıkça acısı da korkuları da tazelendi. Ama o hâlâ rüyanın etkisi altındaydı. Sevgili dünürüne acıyla gülümsedi. Şefkatle ellerinden tuttu. DEVAMI YARIN
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp