Top
Cem Sancar

Cem Sancar

cemsncr@gmail.com

26/01/2020

Sihirli bir hayatın ortasındayız

Her hafta burada farklı bir konu üstüne yazıyorum. Genel olarak baktığınızda bir sürü mevzu. Ama aslında hep aynı şeyi yazıyorum: İnsan sihirli bir kavram! Çok eski yıllarda Beyoğlu'nda yaşarken, akşamları ara sokaklardan Haliç kıyısına inerdim. O sokaklarda hâlâ eski İstanbul konuşur sizle. Dar kıvrımlar, yeşermiş surlar, taş binalar... Uzayan gölgeler, ortak bilinçaltı, kaç bin yıllık fısıltılar... Ve birdenbire ışıklar içinde Galata Köprüsü, Süleymaniye! Bir mucize gibi çıkar karşınıza. Anneannenizden kaldığı için değerini bilemediğiniz o telkâri gümüş tepsi, yani Altın Boynuz serilir önünüze. Sahildeki güzelim parkları otopark yapmak için kendini yırtan kafaya rağmen hâlâ kesilmemişse, o ıhlamur ağacı, o koku... Manevi krizin labirentinde, derin bir kuyudan yukarı doğru tırmandığım zamanlardı. Kuyuya düştüğümü idrak etmek epey zamanımı almıştı. Öyle oluyor, insan seçkin bir ortamda ve ışıltılı mekanlar arasında değil karanlıkta oturduğunu fark edene dek asırlar geçiyordu. Fark etmek için bir ihsana, bir nasip, bir hediye, hadi kalp gözü diyelim, ona ihtiyaç duyuluyordu... Kuyunun dibinde oturmuş, karanlık bir çölün ortasında, bir kertenkele kadar susuz ve kurak, tırmanacak bir yol ararken kendime... Nihayet bir ip atılmış fakat her aşamada o ipi tutacak kuvvete sahip olmak için bin türlü imtihandan geçmek icap etmişti... Beyni dağıtılmış, genetik mirası örtülmüş modern bir birey olarak aslımla, irfanımla, felsefi geleneğimle irtibatımı kurmak, kesik kabloları tamir etmek bin kat daha zor olmuştu.

***

Neyse işte onu diyordum, ipe tutunmuş yukarı çıkmıştım... Çıkmıştım çıkmasına da mavi gökyüzünü görmüştüm görmesine de hâlâ ayaklarım kuyudaydı! Geçmiş, keçi bacaklı alışılmış içgüdüler, üstüme giydirilmiş ecnebi ihtirasların beslediği alelacayip yaratıklar bacaklarımı yakalamış, geri çekiyorlardı. Hiçbir şey çünkü birdenbire olmuyordu. Aydınlandım deyince aydınlanmıyordun. Her büyük kelime bir süreçti. Ateşten, ter tepelek bir süreç. Ellerini yakıyordu. Ciğerini paralıyordu. Armut piş ağzıma düş hadisesi yalan bir hadiseydi. Kurtuldum deyince kurtulmuyordun... İnsan kalbine ineni bilmek için kalbini boşaltmalıydı. Etrafı süpürmeliydi. Hakikati 'download' etmen yetmiyordu. Sürücüyü temizlemeden, yeni yazılımı çalıştırmadan ve 'kendini' yeniden kurmadan sonuç alamıyor, mutmain, mutlu mesut ve kararlı olamıyordun. Şapşal olmak kolaydı, kendini bulmak zor! Görmek, anlamak ve düzenlemek yıpratıcıydı. Cahilliğini bilgiçlik gibi satmak, suratınıza iliştirdiğiniz deforme bir eda ile akıntılarda sürüklenmek -ne diyordu şehrin insanı?- 'konforlu ve keyifliydi'...

***

Soğuk vakitlerdi. Kara kış bitiyor, bahar gerdanını açıyordu. Konformizmimi çoktan dağıtmıştım. O akşam yine kendimi şehre ve yokuşlara vurmuş, denize doğru yürüyordum. Süleymaniye'ye bakacak, unutturulanı hatırlayacak, Galata Köprüsü'nün ışıklarına dalacak, uzun sürmüş ergenliğimle vedalaşacaktım. Son sapakta bir ses duydum 'Hep büyük laflar, hep kaçamak cevaplar. Bırak şunu artık, bırak!..' Yüksek bir sesti. Bağırmayan ama çınlayan bir nida. Döndüm baktım, yokuşun başında biri kadın iki gölge. Başka in cin yoktu etrafta. Karı koca kavgası herhalde diye düşündüm. Kıyıya indim, bir çay bahçesine oturdum. Minareler geceye kalem olmuştu. Yüzlerce türbe, insan-ı kâmil, veli, evliya sanki eğilmiş içimize bakıyordu... Zamane bir evlat olunmalıydı. Bilgiyi almalı ve vakte konuşmalıydı. İnsan kendinden kaçmamalıydı. Yol uzundu! Uzakta bir yerlerde Müslüm Baba çalıyordu. Büyük laflarla değil samimiyetle söylüyordu. Bir anda 'Söyleyene değil, söyletene bak' sözü geldi göğsüme oturdu, kalakaldım. O gölgeler bana seslenmişti usta! Şehir, yardım etmek için konuşmuştu. Sihir, hayatın kendisiydi, tüylerim ürpererek anladım...
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları