Top
03/02/2014

'İhtiyaç yaratıcılığın anasıdır!'

Başlıktaki ‘jargon’u/dili, uzun bir süredir doğrudan kullanmadığım kesin. İlkgençlik yıllarından itibaren beslendiğim en önemli kaynaklardan olan ‘sol’un, ‘özgürlük-eşitlik’ ağırlıklı temel değerleri, hayatımı bugün de önemli ölçüde etkiliyor olsa da kısa sayılmayan yaşamım boyunca yaptığım tanıklıklar, daha genel daha kapsayıcı ve belki de yaşadığım coğrafyanın, toplumsal gerçekliğin yönlendirdiği giderek ‘sağ’dan bakmanın önemini -doğru ya da yanlış- irili ufaklı kayıplar pahasına, kavradığımı zannedenlerdenim.

Ancak bazı felsefi çıkarsamalar, deyişler, çözümlemeler, aradan geçen uzunca zamana, değişen dil ve bulunulan yere bakmaksınız kendilerini hatırlatır, gerçekliklerini insana bütün görkemleriyle dikte ederler. Bu yüzden ‘ihtiyaç’ sağın en etkili, en güçlü taraflarının da hiçbir zaman gölgeleyemeyeceği bir gerçeklik olarak ‘yaratıcılığın anasıdır!’ Peşinen yazmalıyım. Burada bir hayıflanma yok. Kendimce gerçekçi olmak, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek var!

Böyle olmasaydı, nasıl olurdu da AKP ya da lideri Recep Tayyip Erdoğan ya da şimdilerde Meclis Başkanı daha önce Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Beşir Atalay hatta MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve daha başkaları; soldan entelektüeller, siyasetçiler, bilim insanları, devlet insanları dururken laf üretmede her gün biraz daha ustalaştıkları halde, ‘sol’ neredeyse tümden değişimin-dönüşümün, topluma öncülük etmenin uzağına düşüp epeyce de bir ‘absürd’ hale gelirken ‘sağ’, Avrupa Birliği’nin de Kürt sorununun çözümünün de demokratikleşmenin de öncüsü durumuna bir siyasal güç, bir ‘realite’ olarak geliverdi! Yalpalamalara, kendine yontmalara, epeyce bir gri alanlara sahip olma, ‘sağ’ın varlığıyla ilgili yolsuzluk-rüşvet bağlantılarına rağmen, bugün de durum dünden farklı değil.

Bu yüzden buradaki ‘diyalektik paradoks’u anlamak, anlamlandırmak çok kolay değil.
Değil, çünkü parlamento dışı sol ya da radikal sol, genellikle değişimi/öncülüğü bir devrimle yapacağı düşüncesiyle davranarak, kimileyin kırıp dökerek/şiddeti esas alarak iyice ‘marjinal’ kalırken parlamenter mücadeleyi esas alan –sağdan beter- sol ise çoğunlukla geleneksel devlet kodları içinde kalarak ‘kuruluş dönemi korkuları’ ile birlikte en muhafazakâr tutumlarıyla gelişmelerinin önünü tıkayan kesimler oldular. Bu nedenle de devletin korunması refleksi içinde hareket ederek, anayasal, yasal ve idari değişikliklerde, uluslararası ilişkilerde ve de Kürtlere ilişkin bütün iç-dış politik yaklaşımlarda, toplumsal realite yerine ‘devletin dar ideolojik kalıpları içinde’ davranarak, toplumsal dönüşümün tıkayıcısı konumlarını bugün de sürdürmekteler.

Normal koşullar altında, Başbakan Erdoğan’ın şahsında ve kendi kişisel takvimine bağlı kalarak, toplumsal ihtiyaçlar yerine ‘seçim süreçlerine; yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler’e bağlı bir demokratikleşme, barış sürecinin devamı planlanmıştı. Yani mümkün olduğunca zamana yayarak ve mümkün olduğunca en az hak ve özgürlük düzenlemeleriyle süreci götürmeyi hedeflemişti. Ne zaman ki 17 Aralık ‘büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu’ ile eşzamanlı olarak ‘paralel kalkışma’ başladı, ‘hayatın emri’ niyetlerin bastırılmasını kaçınılmaz kıldı. ‘Paşa gönlüne kalmış’ politik adımlar yeniden ve hızla güncelleştirilmek zorunda kalındı. Kişisel olarak, sebebi unutmadan ancak sebepten çok, sonucu yapılmak istenenleri önemsemek gerekir düşüncesindeyim. 

Nitekim, bir anda özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) hem CMK 250 ile kurulmuş eldeki dosyaları bitirmekle görevi sınırlı olan hem de TMK (Terörle Mücadele Kanunu) madde 10’la kurulmuş bulunanların kaldırılması ile TMK –ki dilerim tümden- gündeme geldi.
Paralel yapıya karşı, sonuç alıcı mücadelenin kaçınılmaz kıldığı olgu, ‘darbe girişimlerine benzin bidonu taşımayarak’, darbeye tavır alan, barış süreci partnerinin temel talepleri arasında yer alan düzenlemelerin dikkate alınması şart oldu.

Son derece önemli bir adım. TMK’nın daha ilk maddesindeki ‘terör tanımı’, 5. maddesindeki ‘cezaların yarı oranında arttırılması’, 7. maddesindeki ‘silahsız terör örgütleri’, 10. maddesindeki ‘özel yetkili mahkemeler’ ile 17. maddesindeki ‘ceza infaz rejimi’ gibi ‘doğal yargıç’ ve ‘olağan yargılamayı’ alenen ortadan kaldıran hükümlerin kaldırılması çok şüphesiz toplumun bütün kesimleri açısından ve özellikle Kürtler açısından çok büyük bir iyileşme sağlayacak. 

Bu noktada ‘sırtında yumurta küfesi’ taşımakla taşımamak arasındaki farkı açıklıkla görmek mümkün. Nihayetinde son bir yıl içinde, Kürt ve Türk gençlerinin, asker polis ve gerillanın ölmemesinin ve sürecin en kötü ihtimalle bu şekilde devamının değerini anlamak, yanı sıra ‘çözüm adımlarıyla birlikte’ kalıcılaştırmak için çabaları yoğunlaştırmak, herhalde çok daha mümkün. Barışçıl çözüm bu nedenle önemli. Bu nedenle değerli. Bu nedenle vazgeçilmez olmalı. Zıddı savaş, ölüm-çatışma, kan dökülmesi olan barışa/kalıcı çözüme duyulan büyük ihtiyaç, herkesi bir noktada birleştiren bir kuşatıcı güç/kavram olarak hak ettiği yeri korumaya devam etmeli.
YouTube’a düşen ses kayıtlarından, aralarında barış/çözüm sürecinin Öcalan ve Barzani açısından biteceği şeklindeki ‘meşum öngörü’yü de içeren, çatışmaların yeniden başlayacağını mühendislikle öngören, hükümetten 78 milletvekilinin ayrılarak doğacak siyasi kaostan nema hedefleyen, Türkiye’nin yönelimlerinin tümden değiştirileceği hesapları, toplumsal değişim-dönüşümün ne kadar elzem olduğunu iyice bir anlaşılır kılmaktadır.

Elbette ‘tek başına beyan’lar inandırıcı olamaz. Bunun için beyanları eğmeden bükmeden, küçültüp daraltmadan, ‘ancak ve ama’lara boğmadan sahici adımlar atılması gerekecek.

Üstelik, zannedilenin aksine hazır olmayan halk/lar değil. Gelişmelere engel çıkaran da… Ha gayret! Siyasetçiler ve bürokrasi kendi yetmezliklerinden, kısırdöngülerinden bir nebze daha kurtulursa, en köklü sorunlara en köktenci neşteri atmak, hiç de imkânsız olmayacaktır!

syurtdas@gmail.com
http://www.sedatyurtdas.com

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp