Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

18/11/2019

'The King': Kralların dostu olmaz

Tarihi aksiyon türündeki “The King” dünya prömiyerini Venedik Film Festivali'nde yaptıktan sonra festivalleri dolaştı ve sadece 6 ülkede gösterime girdi... 1 Kasım'dan itibaren ise Netflix'te seyircilerle buluştu... Netflix yapımı “The King” yüzlerce askerin cansız bedeninin uzandığı bir savaş meydanında açılıyor… Kazanan İngiliz ordusunun genç komutanlarından biri, yerde sürünen İskoç isyancısını kılıcıyla acımasızca öldürüyor… Seyirciyi filmin geri kalanındaki kıyıcı, sert atmosfere hazırlayan bir an bu… Aynı zamanda, daha ilk andan merhamet üzerine düşündürüyor bizi… Ki merhamet, filmin kalbindeki meselelerden biri…Sonraki sahnede Hotspur (Tom Glynn-Carney) adlı aynı soylu genç komutan, İngiltere kralını (Ben Mendelsohn) ülkeyi iç savaşa ve felakete sürüklemekle suçluyor… Hem de yüzüne karşı, aynı sofrada otururken… Bu sahne de film boyunca hiç dinmeyecek iktidar gerilimlerinin, güç savaşlarının ilk işareti.Olaylar, 15’nci yüzyılın başlarında İngiltere’de geçiyor… Genç soylunun isyan ettiği kral, IV. Henry… Ne akıl ne beden sağlığı yerinde… Ama tahtta o oturuyor ve İngiltere, onun neden olduğu kanlı bir iç savaş döneminden geçiyor.“The King”e bir bütün olarak gerçekçi bir monarşi eleştirisi olarak bakmak mümkün...Ama gerçekçilik, tarihsel olaylara sadakatten kaynaklanmıyor… Dönemin tarihini biraz okuyup, ansiklopedileri karıştırdığınızda “The King”in, tarihçilerin yazdıklarından ziyade Shakespeare’in “Henriade” olarak da anılan  “Henry IV Part I”, “Henry IV Part II” ve “Henry V” adlı oyunlarından yola çıktığını görmeniz mümkün…Gerçekçilik, tarihsel tutarlılıktan ziyade dönemin ruhunu yakalama çabasından geliyor. Sadece soyluların kirli, yağlı saçlarından, bakımsız hallerinden, sarayın mütevazılığından, giysilerin iddiasızlığından söz etmiyorum. 15. yüzyılın gerçekçi tasviri, “The King”e hiç kuşkusuz belirli bir sahicilik getiriyor ama asıl realizm, dönem monarşisinin basit gibi görünen karmaşık doğasını yansıtma çabasından geliyor.

Basit gibi görünüyor çünkü monarşik bir sistemde bütün güç kralda… Sonuçta, kral ne derse o... Ama genç Henry’nin (Timothée Chalamet) tahta çıkmasıyla birlikte hiçbir şeyin dışardan göründüğü kadar basit olmadığını anlıyoruz… İktidar karmakarışık bir ağ... Yargı, din ve ordu gibi kurumların başında olanlar, en az kral kadar olayların gidişatında, ülkenin kaderinde söz sahibi isimler... Peki, gerçek anlamda iktidar kimde? Aslında filmin bu soruya yanıt aradığını söylemek zor... İktidarı analiz etmekten ziyade iktidarın doğasını anlamaya çalışıyor. Sözgelimi marksist bir yaklaşım benimsenmiş olsaydı, sınıf savaşımına ve karakterlerin sınıf bilincine vurgu yapılırdı… Milliyetçi bir yaklaşım benimsenseydi, her şey kahraman miti etrafında kurulur ve yaşananlar militarizm övgüsü ve İngiliz milliyetçiliğini odak alan bir yaklaşımla açıklanırdı. Ama “The King”de ikisi de yok... “The King” bir Shakespeare trajedisi gibi iktidarın karanlık yanlarını eşeliyor... Filmin “doğa”sını anlamaya çalıştığı monarşi, herkesin güç kazanmak için çaba gösterdiği, yalanlar ve yanılsamalarla dolu kaotik bir oyun...Film boyunca monarşiyle ilgili en çarpıcı ve doğru tespitlerin sarayda yaşayan iki genç kızdan gelmesi gerçekten çok anlamlı...

Danimarka sarayındaki kız kardeşi (Thomasin Mackenzie), sarayda hiç kimse sana doğru söylemez, diye uyarıyor V. Henry'yi... Fransa kralının kızı (Lily-Rose Depp) ise gerçek anlamda iktidarın kimde olduğunu sorgulamasını sağlıyor... Buna karşılık, erkekler kendisi de dahil olmak üzere bir satranç maçındaki taşlardan farksızlar. Şan, şöhret, güç, kahramanlık, erkeklik gibi değerlerle hareket ediyor ve kendi kaderlerine hâkim olamıyorlar... Açılış sahnesindeki genç soylu Hotspur mesela... Ölüm döşeğindeki IV. Henry'nin son nefesini vermesiyle son bulacak gereksiz bir savaşta boşu boşuna can veriyor... Geri çekileceği zamanı bilmiyor çünkü kahramanlık ve şiddet diliyle yaşamaktan daha fazlası yok onda... Genç prens Thomas (Dean-Charles Chapman) için de aynısı geçerli. O da abisinin altında kalmamak ve şanlı bir kahraman olmak uğruna genç yaşta ölüp gidiyor. Filmin ana karakteri genç Hal, yani V. Henry, her ikisinden de daha vicdanlı, ahlaklı, kendine karşı dürüst bir karakter... İç savaşa son vermek, İngiltere'yi birleştirmek ve barış içinde yaşamak istiyor. Ama o bile monarşi düzeneğinin parçası olmaktan kurtulamıyor... Hatta çok uzun bir süre gerçek anlamda iktidar olamıyor, iradesini ortaya koyamıyor. Birilerinin onu yönettiğini ise çok geç fark ediyor... Tam da buradan baktığımızda, “The King” genç Hal'in trajedisini anlatan bir film...

O sonuçta, tahta çıkmaya isteksiz, gönülsüz bir kral... Babasıyla hiçbir konuda anlaşamadığı için saraydan uzaklaşmış, kendini içkiye, sefahat  hayatına vermiş bir genç... Ama buna karşılık, bencil, umursamaz biri değil... Küçük kardeşi Thomas, kendisi yerine ölmesin diye kalkıp savaş meydanına gidiyor. Yüzlerce askerin can vereceği bir meydan savaşı yerine asi ordusunun komutanı Hotspur'e düello teklif ediyor hatta... Sonuçta  dövüşmesini, savaşmasını bilen gözüpek, cesur bir asker... İnsan hayatının kimse için hiçbir şey ifade etmediği, savaşın neredeyse bir tür ekonomik sistem olduğu bir çağda, herkesin aksine askerlerinin canını önemseyen bir kral... Ne var ki, kral olmasıyla birlikte merhamet duygusunu yavaş yavaş devre dışı bırakmak zorunda kalıyor... Finalde geldiği noktada, o artık bildiğimiz genç Hal değil, İngiltere kralı V. Henry... Belki İngiltere'yi birleştirmeyi başarıyor. Ama kendi ideallerine, düşüncelerine çok aykırı davranma pahasına varıyor o noktaya... Filmin bütününe baktığımızda monarşi, hastalıklı, sağlıksız bir durum gibi tasvir ediliyor hep... Kral IV. Henry, ilk gördüğümüz andan itibaren aklen ve bedenen hasta... Başyargıç William (Sean Harris) zayıf, hastalıklı biri olarak tasvir ediliyor... Fransa prensi Dauphin (Robert Pattinson) genç, enerjik ve yakışıklı biri; ama o da konuşmaya başladığında akıl sağlığının yerinde olmadığını  hissediyorsunuz...

Genç Hal, babasının çıbanlı bedeniyle tezat teşkil eden sağlıklı haliyle monarşinin çirkin, marazi temsiliyetine karşı saflığı, gençliği işaret eden figür olarak çıkıyor karşımıza... Ama finalde onun da Fransa prensi Dauphin gibi yavaş yavaş aklını kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğunu hissediyoruz. Daha çarpıcı olanını ise tarih kitapları yazıyor... V. Henry (1386 - 1422), İngiltere adına belki önemli işler başarıyor ama 36 yaşında ölüp gidiyor... Genç Hal'in V. Henry'ye dönüşme sürecinde, 24 yaşındaki Timothée Chalamet,  inandırıcı, güçlü bir performans sergiliyor, oyunculuğunun başka bir yanını gösterme fırsatını buluyor.Filmin yazarlarından ve yapımcılarından olan Joel Edgerton'ın Falstaff performansını da unutmamak gerekiyor. Film boyunca çok az konuşan ayyaş Falstaff, hikâyenin bilge kişisi aslında... Agincourt Savaşı'nda oynadığı rol kadar “Kralların dostu yoktur. Yandaşları ve hasımları vardır” sözüyle de akıllarda kalıyor... Falstaff filmin varoluşçu yanını yansıtan bir karakter... Film kişiyi belirleyen asıl meselenin her şeyin ötesinde ahlak olduğunun altını çiziyor. Falstaff filmin en dürüst ve ahlaklı karakteri... Her şeyi çok sevdiği bir dostu için yapıyor ama yaptığının doğru olup olmadığından emin değil... Oyunculardan söz ederken Sean Harris'in Başyargıç William karakterini unutmamak gerek. Tek bir sahnede oynasa dahi Fransa Kralı IV. Charles'ı canlandıran Fransız aktör Thibault de Montalembert'in de adını anmak isterim...  Senaryoyu Joel Edgerton ile birlikte yazan yönetmen David Michôd, kuşkusuz Agincourt Savaşı sahnesinde gösterdiği başarıyla anılacak... Gerçekten de iyi tasarlanıp çekilmiş bir sahne... Michôd, sadece stilize yakın planlar ve dijital efektlere yöneleceği pratik, kolaycı çözümlerden ziyade savaşın özüne inmeye çalışmış. İki zırhlı insanın dövüşünün neye benzediğini ilk bölümde Hotspur – Hal kavgasında yeterince iyi tasvir eden Michod, Agincourt Savaşı'nda da daha çok ikili dövüşlere odaklanıyor. Kuşkusuz etkileyici genel planlar da var... Mesela, yukarıdan dik açıyla çektiği çamurdaki zırhlılar savaşı resimsel olarak çok etkileyici... Savaş sekansında pek kan yok ama şiddet düzeyi çok yüksek.  “Animal Kingdom”, “The Rover” ve “War Machine” gibi filmleriyle tanıdığımız Avustralyalı yönetmen David Michôd, savaş sahneleri dışında da gayet iyi iş çıkarıyor... Daha ilk dakikalardan itibaren bizi kestirme yoldan hikâyenin içine çekiyor ve gerilimi, heyecanı hiç düşürmeden finale kadar götürüyor. Fiona Crombie imzalı prodüksiyon tasarımındaki gerçekçi tarzın filme katkısını bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Görüntü yönetmeni Adam Arkapaw da filmin estetiği açısından kritik bir iş koyuyor ortaya.  David Michôd ve Adam Arkapaw, dönemin iç mekânlarındaki aydınlatma kaynaklarını akıllarından hiç çıkarmadan çekmişler filmi... İç mekânları gündüz pencereden gelen ışık, gece ise mumların alevi aydınlatıyor ve bu da filme gerçekçi bir doku veriyor...“The King”, sadece tarihsel aksiyon filmlerinden hoşlananların değil, dram türünü sevenlerin de ilgisini çekebilecek bir yapım... Keşke sinema salonlarında da gösterilseydi... 7/10

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp