Top
28/05/2017

Felsefesiz bir toplumda ahlâk

Bir kamuoyu araştırması çerçevesinde yöneltilen "Dindar olmak ahlâk olmayı gerektirir mi?" sorusuna, önemli bir bölümü kendisini "dindar" olarak tanımlayan deneklerin %70'inin "Hayır gerektirmez" cevabını vererek, güçlü bir "din-ahlâk ayrımı" vurgusu yapması son günlerin önemli entelektüel tartışmalarından birisini başlattı.
Türkiye gibi "dindarlık"ın, "ahlâklı olma," "muhafazakârlık" ve "deontoloji" benzeri kavramların müradifi olduğunun varsayıldığı, daha doğrusu, "dindarlık" dışında "ahlâk" ve "muhafazakârlık" biçimlerinin tasavvur edilemediği bir toplumda böylesi bir ayrımın dile getirilmesi ehemmiyeti haizdir.
Buna karşılık, toplumsal çoğunluk tarafından vurgulanan bu "farklılık," din ve felsefe tarihlerinin en önemli tartışmalarından birisi olan "din-ahlâk ilişkisi" hakkında alınan bir tavrı ya da "ahlâkî çoğulculuk" arzusunu yansıtmaktan fazlasıyla uzaktır.
Böylesi niteliklere sahip olsa şüphesiz memnuniyetle karşılanması gereken söz konusu "farklılaştırma," gerçekte, sadece toplumdaki "dindarlar"a özgü olmayan yaygın bir indirgemeciliği dile getirmektedir.
Modernliğin "dinsizlik" değil "felsefî ve bireysel dindarlık"ı gerekli kıldığını savunan ahlâkçı yaklaşımı elinin tersiyle iterek, kaba bir hedonizmin etkisi altında felsefesizlikle övünen mekanik bilimciliğe yönelen Türk sekülarizmi gibi dindarlık da "din"i "ahlâk"tan soyutlanmış "itikad" ve "biçimsel ibadet"e indirgemektedir.

Din-ahlâk
Din ile ahlâk arasındaki ilişki Plato'nun Euthyphro'daki diyalogda Sokrates'e sordurduğu sorudan beri din adamları ile felsefeciler arasındaki önemli tartışma konularından birisini oluşturmaktadır. "Ahlâken iyi olanın Tanrı tarafından ahlâken iyi olduğu için mi emredildiği, yoksa onun Tanrı tarafından emredildiği için mi ahlâken iyi olduğu" münakaşası ilerleyen asırlarda "theist-deist" kutuplaşmasını şekillendirmenin yanı sıra, bilhassa modernlik sonrası "ahlâk-din ilişkisi" tartışmasının da ana eksenini oluşturmuştur.
Aristo'nun "ahlâk"ı "erdem" ile özdeşleştiren, Kant'ın onu "vazife/yükümlülük" olarak kavramsallaştıran yaklaşımlarından Mill, Hume ve Bentham'ın "faydacılık" kuramlarına uzanan bir yelpazede geliştirilen ahlâk teorileri bu kavramın "din" ile ilişkisini tanımlamaya çalışmışlardır. Benzer şekilde değişik dinlerin otorite ve entelektüelleri de soruna karşı zaviyeden bakarak iki kavramın ayrılmazlığını vurgulamaya, son tahlilde "ahlâk"ı şekillendirenin "din" olduğunu ispatlamaya gayret etmişlerdir.
Gösterilen karşılıklı gayretlere karşılık, modernlik sonrasında bir yandan farklı "ahlâklar"ın dinler ile değişik ilişkisi olabileceği, buna karşılık, "din"in de sadece "ahlâken doğru olan"ı seçme konusunda yol gösteren bir araç olmadığı yaklaşımı ağırlık kazanmıştır.
Dolayısıyla bütünüyle dinden neş'et eden (örneğin, "Müslüman ahlâkı") ya da bir inanç sisteminden tamamen kopuk (örneğin, "materyalist moral") "ahlâklar" olabileceği gibi dindarlık da kuşkusuz "ahlâklı olmayı" içermekte ama ona "indergenememekte" ve kendi başına bir "amaç" olabilmektedir.
Başka bir ifadeyle, bireyler sadece "ahlâkî olma" kaygısıyla "dindar" olmamaktadır. Bu açıdan bakıldığında zikredilen anket deneylerinin "derin bir felsefî" yargıyı dile getirdiği ileri sürülebilir.

Felsefesiz toplum
Söz konusu ankete verilen cevaplar, ne yazık ki, böylesi bir "derinlik"i yansıtmaktan uzaktır. Aynı karşılaştırma üzerinden açıklamaya gayret edersek, "iyi yaşam"ı hayat tarzı üzerinden ve onu zevkleri azamî ölçüde tatmin etmek ile özdeşleştiren bir hedonizm çerçevesinde tanımlayan Türk sekülerliği gibi "dindarlık" da popüler düzeyde "din"in "ahlâkî" boyutunu, bu alandaki mesajlarını ikinci plana atmakta ve onu "şeklî bir ibadet"e indirgemektedir.
İlginç olan toplumumuzdaki "sekülerlik" ve "dindarlık"ın bir asır öncesi ile kıyaslandığında bu konuda ciddî bir seviye kaybına uğramış olmalarıdır.
Osmanlı/ Türk sekülerleşme hareketinin önde gelen isimleri Jean-Marie Guyau'dan etkilenerek, bir yandan güçlü örgütlenmiş din eleştirileri dile getirirken öte yandan da "geleceğin din yokluğu"nun yaratacağı sorunların "vecibesiz, müeyyidesiz, dogmadan azâde, bireyi felsefî anlamda dindar yapacak" inanç biçimleri ve bunların getireceği "ahlâk" ile aşılabileceğini savunmuşlardır.
Bunu çarpıcı biçimde dile getiren bir hikâye olan Tıbbiyeli ve Nişanlısı yahud Mekârim-i Ahlâkiyesiz Din, Dinsiz Mekârim-i Ahlâkiye ile verilmeye çalışan mesaj da "dinsiz olmanın fezâil-i ahlâkîye sahibi olmaya asla mani olmadığı," modern bireyin "felsefî anlamda" dindarlaşmasının gerekli olduğu idi.
Ancak Türk sekülerliği böylesi bir felsefîahlâkî yaklaşım yerine, on dokuzuncu asır Alman popüler maddeciliğinin, en veciz anlatımını Ludwig Büchner'de bulan, "geleceğin toplumu deneysel bilime dayanacak, o da kendi ahlâkını doğuracaktır" sığ yaklaşımını benimsemiştir. Bunun neticesi ise yaşam tarzını kutsayan, "bilim"in "ahlâkî doğru"yu da belirleyeceğini varsayan, "iyi hayat"ı "içilen şarabın markası" ve tüketime indirgerken onun ahlâkî boyutunu önemsemeyen, kaba bir dünyevîlik anlayışı olmuştur.
Buna karşılık, bilhassa yirminci asır başı Osmanlı İslâmcılığının temel vurgusu olan, dinin aynı zamanda bir ahlâk öğretisi olduğu, "sırat-ı mustakim"in "itikad" kadar kapsamlı bir "ahlâk" ile onun değerlerini de içerdiği yaklaşımı yerine, dini biçimsel ibadete indirgeyen, verilen ahlâkî mesajın ikinci planda kaldığını düşünen (ya da bunun farkında bile olmadığı için düşünemeyen) bir anlayış "dindarlık" olarak revaç bulmaya başlamıştır. Sığ Türk sekülarizmi gibi bu kaba, biçimci "dindarlık" da hedonist eğilimlere sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, "din" ve "ahlâk"ın ayrı olduğu kanaatinin popüler düzeyde revaç bulması "felsefî bir derinlik"ten ziyade kaba bir "dindarlık" yaklaşımını yansıtmaktadır.
Üyelerinin önemli bölümü bu tür "dindarlık"anlayışını benimseyen, geri kalanı da sığ bir sekülarizmi içselleştiren bir toplumun ciddî bunalımlar ile karşı karşıya kalacağı açıktır. Bunun modernlik sonrası dünyası, bilhassa da post-modern çağın önemli gelişmelerinden birisi olduğu doğrudur. Ancak "felsefesizlik"in bir sorun değil övgü vesilesi olduğu, bunun neticesinde "biçimsel," "kaba" ve "sığ" olanın öne çıktığı Türkiye'nin bu alanda oldukça uç bir örnek teşkil ettiği de ortadadır.
"Din-ahlâk ilişkisi" önemindeki bir tartışmanın entelektüel mehâfile sıkışması ise şüphesiz zikredilen "sığ"lığın toplumumuzdaki tartışılmaz egemenliğini kanıtlamaktadır.

Hedonist eğilimlere sahip popüler "dindarlık" ve "sekülarizm"in sığ, kaba ve biçimsel karakteri Türkiye'nin en önemli sorunlarından birisidir

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp